Thursday, December 25, 2008

Rasimu

8 Planting 591

Sabah kamp alanımızı toparlayıp tekrar yola koyulduk. Akşamüzeri güneş daha batmadan Keyron tepelerine ulaşmıştık. Bir kilise veya ona benzer bir şey arıyorduk. Yolda Ubormetenga bana gittiğimiz yerin Mayaheine diye bir tarikata ait olduğunu söyledi. Denilene göre Mayaheine önceden Pelor’un hizmetinde olan çok güçlü bir Paladinmiş. Sonra kendisini iyice Pelor’a adamış ve bedenen öldüğünde yoldaşları onun ruhunun tanrıların katına yükseldiğini söylemişler. Mayaheine’ler o günden beri tanrı/liderlerinin çizdiği yolda yani doğruluk ve iyilik yolunda kötülüğe karşı savaşmışlar. Ubormetenga sayılarının az olduğunu ama gerçek güçlerinin tam olarak bilinmediğinden bahsetti. Gittiğimiz tapınakta Mayaheine’lerin gizli tapınaklarından birisiymiş. Yerini şeytan Ubormetenga’ya tarif etmiş. Ben Ubormetenga’yı yakalmışken elbette hemen “O şeytan o kadar güçlüyse neden gelip kendisi almıyor baltasını” diye sordum. Meğerse bizim boynuzlu Hassirak efendi Mayaheine tapınağından içeri giremiyormuş.

Tapınağın girişi tepeleri yaran vadinin ortasında belli belirsiz gözüken bir çatlaktan içeriye doğruydu. Ben bir önceki tapınak maceramızı hala unutmadığımdan temkinli temkinli ilerliyordum. Zaten temkinli olmayanın da aklına şaşarım. Tapınak dediğin yerde büyüyle uğraşan birileri kesin yaşıyordur. E tabi büyünün insanı ne hale getirdiğini anlamak içinde Ubormetenga’ya yüzüğünü severken bakmanız yeterli. Ama bizim güzel grubumuz pek öyle temkinden falan anlayan bir grup olmadığı için önde iki cengaver Caleb ve Valost paldır küldür ilerliyordu. Keyla seri adımlarla sağı solu kolaçan ediyor, yerde tuzak falan var mı diye bakınıyordu. Biz böyle böyle devam ederek tapınağın girişini epeyce geçmiştik. Etrafta Pelor ve Mayaheine simgelerinin kazılı olduğu eski taş oymalar yarı kırık yarı sağlam göze batıyordu. Gidilecek tek istikamette dar bir yol vardı bizde ikişerli ilerliyorduk. Çok geçmeden gökgürültüsü gibi bir ses duyuldu “Gidin Burdan”. Artık biraz sonra başımıza birşey geliceği o kadar açıktı ki!

Nihayet muhtemelen hepimizin gelsinlerde artık işimize bakalım dediği tapınak gardiyanları göründü. Ben ilk bakışta hiçbirşeye benzetemedim. Valost ve Caleb’in suratlarındaki ifadedende “Bunlar ne ya?” sorusu açıkça okunuyordu. Keyla hemen soluna sekerek ok için kendine bir görüş açısı sağlamıştı. Ubormetenga “Bunlar olsa olsa air elemantel varlıklardır ama fazla bir bilgim yok” demeye kalmadı iki gardiyan bulut gibi süzülerek Valost ve Caleb’in karşısına geldiler. 5 dakika sonra ise gösterişleri kadar matah birer koruyucu olmadıkları belli olmuştu. Kılıcın soğuk çeliğini yeteri kadar tadınca Püf diye kayboldular. Yolumuz şimdilik açık gözüküyordu. İlerlemeye devam ettik. Ve günün adamının karşısına çıkana kadarda ilerledik.



Mayaheine’ler Ruhyiyen baltasının ne kadar önemli olduğunu elbette biliyorlardı. Onu bu tapınakta sonsuza kadar hapsetme niyetindeydiler. Bu tapınağın yeri yaşayan çok az canlı tarafından biliniyordu ama bir canlı sayılmayan ve balta’yı açgözlülükle arzulayan şeytan Hassirak’ta bu bilgiye sahip olanlar arasındaydı. Ve işte bizde o yüzden burdaydık. Karşımızda ise Mayaheine’lerin Ruhyiyen’i koruması için görevlendirdiği bir şey vardı. Bu şey köpek başlı bir savaşçıydı. Ve ömrümde gördüğüm en çirkin şeydi. Hassirak ve bunu yanyana koysanız, yemin ediyorum Hassirak’a tanrı diye tapardınız. Ama bununla beraber iki eliyle kavradığı devasa kılıcıyla bu Mayaheine müridi kavga etmek istemeyeceğiniz türden bir yaratıktı. Ve konuşunca gerçektende kavga etmek istemediğimiz anlamamız gecikmedi.

Adının Rasimu olduğunu ve oradaki görevini söyledi. Bizde kim olduğumuzu ve oraya neden geldiğimizi anlattık. Hayatını ve sonrasını iyilik yoluna adamış bir dinin tapınağına girip bir şey zorla alamazdık ve bir yolunu bulmak zorundaydık. Rasimu konuşurken Hassirak’ın tapınağa girmeye gücünün yetmediğini, buranın korunduğunu söyleyince aklımıza yavaş yavaş bir fikir gelmeye başlamıştı. Eğer şeytan buraya giremiyorsa belkide bebek burada güvende olacaktı. Bebeği buraya getirebilir miyiz diye sorduğumuzda bir iyi birde kötü cevap aldık. İyi cevap bebeği tapınağa getirebileceğimiz ve burada güvende olacağı yönündeydi. Kötü olan ise buraya birdefa giren bir daha çıkmamalıydı. Bizim için ise bir istisna yapılabilirdi. Çünkü sonucunda bizde iyilik yoluna bir adım atmaya çalışıyorduk. Kendi aramızda da biraz tartıştıktan sonra herkes için en iyi çözümün –en azından şimdilik- bebeği ve ailesini yani Kesterem ve eşini ikna edip tapınağa getirmek olacağı hususunda anlaştık.


Kararımız verdik ve Elmshire’a dönmek üzere yola çıktık. Dışarda kalacağımız gecelerde olduğu gibi gene bir nöbet sırası oluşturduk ve sıra bende. Ben ise titreyen kamp alevinde bu satırları yazıyorum. Umarım etrafta yaklaşan bir tehlike yoktur. Biran önce köye dönüp tapınağa geri gelmeli sonra tekrar Elmshire’a gitmeliyiz. Günler geçiyor ve Caleb ya evlenecek yada lanetlenecek. Paladin Zander bizimle köyde bir daha görüşecek. Hassirak ise…….Bir şeytanı ne kadar kandırabilirsiniz ki?

Wednesday, December 24, 2008

Bize Yollar Gözüktü

Ubormetenga’nın dediğine göre bu şeytan cinsi mahlukat hepimizi bir kertede un ufak edebilecek kudretteymiş. İstediği Ruhyiyen adındaki baltada, şeytanın öldürdüğü canlıların ruhlarını İblislere karşı olan savaşlarında kullanmak üzere kendi ordularına katmaya yarayacak bir silah. Ubormetenga donuk bir sesle “Bu şeytana o baltayı verirsek anında hepimizi doğrar ve ruhlarımız kalan yıllarını İblislere karşı karanlık dehlizlerde savaşarak geçirir” dedi. Açıkçası yapılması gerekenin ne olduğunu tam kestiremiyorduk. Kesterem’e verilmiş bir sözümüz vardı, ama bu sefer boyumuzdan büyük bir işe kalkışıyormuşuz gibi hissediyorduk. Genede ne olursa olsun en azından Ruhyiyen’in bulunduğu Mayaheine tapınağına gitmeye karar verdik.

Kesterem’in evinden çıkınca öğleden sonra yola çıkarız diye anlaştık. Bu arada Valost bizim Elmshire’ın emektar berberi Hairus’a saçlarını sakallarını güzelce bir kestirmeye gidecekti. Ubormetenga’da “saçlarım, boyalarım nerdeydi” diye mırıldanarak uzaklaştı. Bende eve gitmeye hazırlanıyorken aklıma bugün Tambuçukluk’ta bizimle görüşmek istediğini söyleyen Paladin Zander’le olan randevum geldi. Acele acele oraya gittim.



Ubormetenga tapınakta bulduğu mektup ve belgeleri bana teslim etmişti. Bir paladinle yüzyüze gelmek istemediğini –haklı olarak- belirtip konuşmayı benim yapmamın daha iyi olacağı söylemişti. Paladinle benim görüşmem konusunda Caleb’le de anlaşmıştık. Bende Tambuçukluk’a gittim. Bugün son zamanlarda ezilmediğim kadar ezildiğimi söylemiş miydim? Zander tabiri caizse kapı gibi bir paladindi. Ben kendimi tanıtır tanıtmaz buyuran bir ses tonuyla “Ben üç kişi ile birden görüşmek istiyorum, çağır gelsinler” dedi. Her ne kadar “onların işi var, hem belgeler bende, ben konuşayım neyse” dediysem de Zander bir anda konuyu kestirip attı ve ben ne olduğumu bile anlamadan kendimi Ubormetenga ve Caleb’i ararken dışarda buldum. Açıkçası önce bir şeytan sonrada bir paladin tarafından bu denli bastırılmış olmak gururumu incitmişti. Bizimkileri buldum ve tekrar Paladin’in yanına döndük. Ubormetenga kendisini Kira Rannos diye tanıtmıştı. Kısa bir görüşme yaptık ve Paladin 10 gün içerisinde tekrar köyde buluşmamız gerektiğini, Greyhawk’ta konuyla ilgili açılacak soruşturma sonucunda mahkemede bize ihtiyaç duyulabileceğini söyledi. Bizde köyün dışında ufak bir işimiz olduğunu ama 10 gün sonra köye geri döneceğimiz sözünü vererek hazretin huzurundan ayrıldık. Valost’un yanına gittik, Keyla’yı aldık ve tapınağa doğru yolculuğumuza başlamak üzere Jemeal’i hazırladık.

Bütün gün kâh sohbet ederek kâh tempomuzu arttırarak ilerledik ve uygun biryer bularak kamp yaptık. Nöbet sırası bendeyken bize doğru gittikçe artan bir gürültü ve belli belirsiz ışıklar farkettim. Hemen usulca gruba doğru seslendim. Gelenlerin bir avuç ork olduğu anlaşılır anlaşılmaz combat düzeni almıştık. Küçük arbedenin ayrıntılarına girmeyeceğim ama bu combat esnasında gün içerisindeki bastırılmış Latron’un patladığını, cesurca ileri atılarak şu kısa hayatında aldığı ilk canı çetelesine gururla eklediğini belirtmezsem olmaz. Okumu tam isabet ettirmemle sefil bir orkun viyaklayarak kanlar içerisinde yere devrilmesi bir oldu. Ortalık sakinleştikten sonra koca kılıcıyla Caleb, yanında kurduyla Valost, gözlerindeki delilikle Ubormetenga ve öldürücü güzelliğiyle Keyla beni teker teker kutladılar. Gün içerisinde bünyemi saran o iğrenç ezilmişliği atlatmamda onların payınıda burada vermem gerek. Çabuk oluşturduğumuz bu güzel arkadaşlığımız giderek birbirimize hayatlarımızı emanet ettiğimiz bir yoldaşlığa dönüşüyor. Ve ben bu dönüşümden tahmin etmedikleri kadar çok mutluyum.

Wednesday, December 17, 2008

Hassirak ve Ruhyiyen

7 Planting 591

Az önce öldürdüğüm Ork’un çığlıkları hala kulaklarımda çınlarken bu satırları yazıyorum. Halfling bir Bard olarak korkusuzca atıldığım çatışmada üzerime düşeni her zamanki gibi yerine getirdim. Ama bu günün en son olayı. Ben yine sabahtan başlayarak kayıtlarımı aksatmadan aktarayım.

Önceki gece Balart’ın Kesterem’in mutlaka bizimle görüşmek istediği haberini vermesi sabah yolumuzu ilk olarak oraya çevirdi. Kesterem’i babamla ziyaret ettiğimizde yüzündeki donukluğun ardından birşeylerin çıkacağı muhakkaktı. Neler olup bittiğini merak ede ede oraya gittik. Merakımızın cevabını fazlasıyla aldık sayılır. Kesterem bizi kapıda karşılayarak içeri aldı. Yüzü hem korku hemde üzüntü doluydu. Başına gelenler gerçekten çok fenaydı. Bu hikayenin bir yerinden bulaşmış olmak benide fazlasıyla rahatsız ediyor aslında ama bir anda kendimizi geri dönüşü olmayan bir yolda bulduk galiba. Sonunda başımıza büyük bir iş açılmazsa iyidir.

Uzun lafın kısası olay şu. Kesterem’in dedesi dışarlıklı bir varlıkla, bir tür şeytanla, yıllar önce bir anlaşma yapmış. Anlaşmaya göre 3. kuşak doğacak ilk bebeği şeytanın alması karşılığında aileye mal mülk ve zenginlik sağlayacakmış. Ailenin yıllardır bolluk ve sefahat içinde yaşıyor olmalarının açıklaması bu. Ama işte Kesterem’in geçen ay doğan çocuğu, bu anlaşmada önceden rezerve edilen 3. kuşak çocuk. Şeytan, Kesterem’le konuşup çocuğu tek bir şartla almayacağını, bu şartında Keyram Tepelerinde konuşlanmış Mayaheine tapınağında korunmakta olan Ruh Yiyen isimli Baltayı getirmesi olduğunu söylemiş. Kesterem bize bu işi yaparsak 500 altın vermeyi kabul edince tabi hemen aklımıza Caleb’in başlık parası için bulmamız gereken 400 altın geldi ve belkide aceleci bir kararla olur diyiverdik. Hadi elin iblisinin baltasını getirmeye olur dedik tamam ama daha niye işi uzattık bilmiyorum. Bizim orda aklıselim davranıp Kesterem’lerin malikanesinden çıkmamız gerekirken benim yarı deli arkadaşım Ubormetenga ben şeytanla konuşmak istiyorum diye tutturdu. Sen şeytanla niye konuşuyorsun, otursana yerine?

Unutmaya çalıştığım çok kötü bir deneyim oldu benim için. Ubormetenga şeytanlar hakkında bilgisi olduğunu, konuşursa faydalı olabileceğini ama sadece ve sadece kendisinin konuşması gerektiğini söyledi. Ben zaten üzerine para versen konuşmam. Caleb, Valost, Keyla ve Ben avluyu gören pencereleri olan bir odaya çıktık. Kesterem’de şeytanı çağırmaya yarayan siyah bir taş vardı ve onu kullanarak şeytanı çağırdı. Karşımızda gördüğümüz şekil kanatları olan ve belkide yeryüzünde olamayacak kadar yakışıklı bir erkek suretiydi. Görünür olur olmaz ben ciğerlerimin ezildiğini hissettim. Varlığının ağırlığını bütün bedenimde hissediyordum. Daha fazla bakamayacağıma karar verip oturdum, sırtımı duvara dayadım. Ubormetenga ile konuşuyorlardı. Sesini bile duymak istemiyordum. Keyla büyülenmiş gözlerle şeytana bakıyordu. “Çok yakışıklı” dediğini farkettim. Dehşete kapılmıştım çünkü pencerenin yarısı açıktı ve Keyla’nın oradan uzanıp şeytana birşeyler söylemeye çalışacağını anlamıştım. Neyseki Valost hemen onun yanındaydı ve O’da Keyla’nın yapmaya çalıştığı şeyi farketmişti. Hızlı ve sert bir hamleyle kolundan tutarak kendisine çekti ve uzanarak pencereyi kapattı. Bütün bedenim ağır bir ruhun altında eziliyormuş gibi hissediyordum. O halde ne kadar kaldım bilmiyorum. Ubormetenga’nın konuşması bitince şeytan gitti ve nihayet normale döndük.

Ubormetenga yanımıza gelince önce bir şey söylemedi. Kesterem’in yanından ayrılır ayrılmaz bize döndü ve “Arkadaşlar, korkarım başımız büyük belada” dedi. Ama yüzüne baksaydınız bundan garip bir mutluluk duyduğunu anlardınız.

Sunday, December 14, 2008

Düello mu Düğün mü?

Valost ve Kira'yla beraber kampta dolaşırken Caleb'i gördük. Caleb bizi görünce –daha doğrusu gözleriyle Kira'yı süzdükten sonra – kafasını çevirerek yanındaki kıza döndü. Yanındaki kız Rhennee'lere benzemiyordu ve bir insan için oldukça güzeldi. Biz yanlarına gittiğimizde ise Caleb soğukça selam verdi. Neler olup bittiğini anlamaz bir şekilde Kira'ya döndüm. O bana "Latron, seninle bi ara konuşmamız lazım" der demez Caleb "Evet Latron Kira'nın seninle konuşması gerekiyor, ah pardon Ubormetenga'nın seninle konuşması gerekiyor" dedi. Ubormetenga ismini bir yerde duymuştum ama…

Kısa gerginlik anının sonunda Kira Valost'u tanıştırdı. Caleb'de yanındaki kızı. Kızın ismi Keyra imiş. Söylediğine göre bir hırsızın peşindeymiş. Bir çeşit kelle avcısı sanıyorum. Bu kadar güzel bir kızın para kazanmak için böyle bir yolu seçmiş olması ilginç gerçekten. Aradığı adamın kaçmasına Rhennee'lerin yardım ettiği söylentileri üzerine buraya gelmiş ve Caleb'le karşılaşmışlar. Keyra'nın da Caleb'le eski arkadaşız demesi üzerine "Noluyor yahu" diye içimden geçirmedim değil. Bu kadar tesadüf çocuk masallarında olur dersiniz.

Tanışma faslı bittiğinde Kira benim yanıma gelerek anlatması gereken birşeyler olduğunu söyledi. Ayaküstü yaptığımız sohbette kendisinin gerçek adının Ubormetenga olduğunu, Kira'nın daha önce öldürdüğü bir büyücü olduğunu, bu ismide Valost'la birlikte yaşadıkları eski bir macera sonucu arandıkları için izini kaybettirmek üzere kullandığını söyledi. Rhennee'lerin kampına gelen muhafızların Ubormetenga adında bir suçluyu aradıklarında Kira'nın neden ortadan kaybolduğunu anlamış oldum böylece. Caleb'de kendisine yalan söylenmiş olmasından dolayı huysuzluk çıkartmıştı besbelli. Açıkçası benim pek umurumda olmadı. Kira bugüne kadar benim için ilginç ve biraz deli bir dosttan başka bir şey olmadı. Hem zaten tiksinmişim Greyhawk'ın kanunlarından, muhafızlarından. Hangimiz sütten çıkmış ak kaşığız ki?

İşte ben hem olanları tartmaya çalışıp hem Kira'yla konuşurken(Ubormetenga demeye alışmam lazım) bir anda Rhennee'lerden birisi hızlı adımlarla Caleb'e yaklaşıp saldırdı. Rhennee genç "Marista'yı kirlettin, öldürücem seni, kirlettin onu" diyerek bağırmaya başladı. Hepimiz ne olduğunu anlamaya çalışırken Valost kollarını kaldırdı ve neşeli bir şekilde "Düelloooo" diyerek bağırdı. Ortalık bir anda cümbüş yerine döndü. Caleb'le rakibinin etrafında hemen bir halka oluşturulmuştu ve Rhennee'lerde Valost'a ayak uydurup düello düello diye bağırmaya başlamışlardı. Ama tabi aramızda kimse Caleb'in ayı gücünü hesaba katmamıştı. Çünkü biz düello beklerken ortaya çıkan görüntü şöyleydi, Caleb üzerine saldıran Rhennee'yi el bileklerinden yakalamış, kollarını kullanamaz hale getirmiş, etrafta ne olduğunu açıklayacak birilerini arıyordu. Rhennee adam ne kadar çabalarsa çabalasın kendisini Caleb'den kurtaramamış ve Marista'yı kirlettin diye ağlamaklı hale gelmişti. Tam şimdi ne olacağını düşünürken arkalardan gene o tanıdık sesin haykırışını duyduk; Valost bu seferde "Düğüüüüüüün" diye bağırıyordu. Ben Caleb'in içinde bulunduğu durumda biraz zaman kazanmak için yanımda taşıdığım mandolinimi çıkartarak hemen keyifli bir şarkıya başladım. Az önce Caleb'in bizi tanıştırdığı Keyla'da artık durumu kurtarmaya çalışmak için mi yoksa sadece oynamak istediği için mi bilemiyorum ama hemen dansetmeye başladı. Müziğin sesini duyan Rhennee'lerde kendilerini yavaş yavaş kaptırmışlardı. Bu arada Ubormetenga içki şişelerinin yerlerini keşfetmiş Valost'a göstermiş Valost'ta bulabildiği bütün içki kasalarını taşımıştı. Elden ele geçen içki şişeleriyle artık ortam birileriyle konuşabileceğimiz hale gelmişti.

Kampın reisi Tarvask'ın yanına gidip neler olup bittiğini sorduk. Bize kendisinin yapabileceği bir şey olmadığını, Marista'nın yengesinin Caleb'le Marista arasında geçenleri öğrendiğini ve işi namus meselesi haline getirdiğinden bahsetti. Ve işin en delice kısmı Rhennee geleneklerine göre Marista'nın yengesine 400 altın başlık parası vermemiz gerekiyormuş. Hepimizi silkelesek o kadar para çıkmayacağını bildiğimizden Tarvask'tan parayı bulmak için süre istedik. Tabi işin başında bu süreyi aldıktan sonra bir daha geri dönmeyi kimsenin düşündüğünü zannetmiyorum ama Rhennee'lerin bilgesi Sofia Caleb'e bir lanet okuduğunu ve 10 gün içerisinde geri dönmezsek bunun sorumlusunun kendisi olmadığını belirtir belirtmez işin ciddiyetini iyice anladık. Artık bu işi halletmek için 10 gün süremiz var. Ama elbette Valost'la birlikte uygulamaya koymak için ilk adımlarını attığımız planımızı gerçekleştirebilirsek işin içinden Caleb'i muhteşem bir şekilde çıkartmayı başarıcaz. Bu planın ne olduğu ise şimdilik sürpriz olarak kalsın. Olmazsada Marista'dan güzel gelin mi bulucaz, alırız gider.

Bütün bu telaş bittiğinde bizim köye gidip orda kalmaya karar verdik. Köy yolundan sallana sallana gelirken bu sabah yeni doğan çocuğu için ziyaretine gittiğimiz Kesterem'in yıllardır yanında çalışan Balart'ı gördük. Oda bizi aradığını söyleyerek yanımıza geldi. Kesterem yarın mutlaka beni görmeliymiş ve çok önemliymiş. Sanıyorum bişeyler daha söyledi ama kampta içtiğim içkiler yüzünden tam olarak hatırlamadığım yerler var. Neyse bu gün ne zamandır özlediğim hareketliliği yaşadığım için mutluyum. Üç kişilik küçük grubumuz bu gece beş kişi olarak uyuyorlar. Benimle birlikteyken güvendeler.

Tuesday, December 2, 2008

Yeni Hareketlilik

6 Flocktime 591

Ve işte ortalık nihayet hareketlenmeye başladı. Zaten benimde canım sıkılmaya başlamıştı. Yani aslında canımın sıkılmasını gerektirecek gözle görünür bir şey yoktu ama hem Greyhawk’ın o kalabalık keşmekeşinden hemde buraya gelir gelmez yaşadığımız maceranın heyecanından sonra bütün gün aylak aylak gezmek garip geliyor. Ayrıca zaten yanınızda Kira gibi deli bir büyücü ve Caleb gibi eliyle şeyinin ayarı olmayan bir dövüşçü varsa hareketsiz geçireceğiniz günlerde sayılı oluyor mecburen.

Bu sabah kahvaltıda babam bizim Elmshire’da bulunan tek insan ailesi olan Kesterem’lerin bir çocuklarının olduğundan, onlara bir ziyaret için uğramamız gerektiğinden bahsetti. Benim niyetim Rhennee’lerin kampına gitmekti ama Kesterem’lere de bir uğramak lazım olduğundan önce onların kapısını çalmaya karar verdik. Evden çıkar çıkmaz bizim şerif Sandy’le karşılaştık. O da benimle konuşmaya geldiğini söyleyince ayak üstü Greyhawk’tan Zender adında bir Paladin’in tapınakta bulduğumuz belgelerle ilgili olarak bizimle görüşmek istediğini söyledi. Zender yarın öğlen Tambuçukluk hanında bekliyecekmiş. Şerife teşekkür edip Kesterem’lerin malikanesine gittik. Genelde kalabalık olan avluda kuş uçmamasının yanında Bay Kesterem’de bizi kapıdan buyur bile etmedi. Suratı ölü gibiydi zaten, bizde pek anlam veremesekte ısrar etmedik. Ne olup bittiğini sordum ama yok bişey falan diyip geçiştirdi. Neyse çıkacak bir koku olursa bişekilde benim burnuma gelir zaten. Bende babamı eve gönderip Rhennee’lerin kampına doğru yürümeye başladım. Ne zamandır bizim Kira ve Caleb’le oturup muhabbet edememiştik. Özlemiştim resmen adamları.

Rhennee’lerin kampına gittiğimde uzaktan Kira’yla beraber esmer bi adamın geldiğini farkettim. Bu adam Caleb kadar iri yarı değildi ama kolları ve bacaklarının epey kuvvetli olduğu belli oluyordu. Hemen arkasından bir kurtta onu takip ediyordu. Kurtların evcilleştirilebildiğini bilmiyordum. Ama en komiği garip görünüşlü bu adamın iki elinde de sopa vardı. Yani bildiğin tahta sopalar. Hayır Elmshire’a gelip bizim bunak belediye başkanına saldırmayacaksa o sopalarla ne diye etrafta geziyor bilmiyorum doğrusu. Hehehehe… Kira, saçı sakalı birbirine girmiş üzerinde de deri bir dondan başka bişey olmayan bu adamın yanında heyecanlı heyecanlı konuşuyordu. Nihayet karşı karşıya geldiğimizde adamın adının Valost olduğunu ve çok eski arkadaş olduklarını söyledi. Böylece Valost Thorondor’la tanışmış oldum. Elimi sıktı, güven veriyordu.

Monday, December 1, 2008

Armağan

5 Flocktime 591

Bugün benim için önemli bir gün. Şu kısa ömrümde aldığım belkide en güzel hediyeyi aldım. Babam sabah odamın kapısını çalarak içeri elinde ciltli bir defterle girdi. Akşamları kenarı çekilip notlar aldığımı farketmiş ve deposunda sakladığı bu defteri bana vermeye karar vermiş. Defter eskiden beri bu yörelerin en güzel şarabını yapan babamın şarap gönderdiği Greyhawk’lı büyücü Tenser’in babama bir armağanıymış. Söylediğine göre defteri açıp ilk sayfasına ismini her kim yazarsa defter ona bağlanacak ve kaybolsa bile sahibine birşekilde geri dönecekmiş. Babamdan güzel ciltli bu defteri heyecanla aldım ve hemen açarak ismimi ilk sayfaya güzel harflerle yazdım. Saatlerdirde Greyhawk’tan ayrılmadan hemen önce tutmaya başladığım günlük notlarımı buraya aktarıyordum, nihayet bitti. Defter artık benim bir parçam. Ömrümün sonuna kadar bu defter en gizli sırlarımı bilecek, en sessiz fısıltılarımı duyacak, en neşeli şarkılarımı söyleyecek. Bu defter ömrümün sonuna kadar ben kimsem o olacak.

Neşeli Günler

28 Planting 591

Bu aralar sana fazla vakit ayıramıyorum günlük kusura bakma. Ama hem anlatacak çok fazla bişey yok, hemde sağda solda ufak tefek şeyler peşinde koşturmaktan anlamadan günler geçiyor. En son Rhennee’lerin kampına gideceğimizi söylemiştim. Dediğim gibi bizim köyden hemen hareket edip, hem bulduklarımızı paylaşmak hemde köyümün lanetini kaldırtmak için Rhennee’lere gittik. Kampta Sofia’nın yanına gidip konuşarak durumu ve bulduklarımızı anlattık. O da artık bizim köyün Marran’ın öldürülmesiyle bir alakası olmadığına inanarak koyduğu laneti kaldırdı. Kira daha sonra Sofia ile yalnız bişeyler konuştu. Bu çocuğun, büyüyle ilgili herşeye burnunu sokmaktan, bir gün başına bir iş gelicek ama neyse. Caleb’i zaten o geceden sonra çok az gördüm. Muhtemelen gece gündüz demeden Marista denen Rhenne hatunla birlikte oluyordur. Ha hakkını yemeyelim güzel kız, ama gel gör ki Caleb’in bir kızın peşine takılacak bir tip olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bir sevindirici haberde Jamael’in küçük grubumuza geri dönmüş olması. Rhennee’lerin iddiasına göre bizim bıraktığımız yerden kaçmış, sonra da kendi kendine geri dönmüş. Höh. Hayvancağıza ne yaptıkları yürüyüşünden belli. Ama ne yalan söyleyeyim çokta mutsuz görünmüyordu. Bende işte bazen Rhennee’lerin kampında bazen bizim köyde kalıp bu günlerde hoşça vakit geçiriyorum. Bizim köyde kaldığım zamanlarda babama işlerde yardım ediyor, Rhennee’lerin yanında ise denizle ve gemicilikle ilgili küçük numaralar öğreniyorum. Rahata alışmaya başladım sanırım. Bu rahat pek hayra alamet olmasada şimdilik keyfim yerinde.

Ha az daha unutuyordum, geçen gün Rhennee’lerin kampının girişine baştan aşağı silahlı birkaç muhafız geldi. Muhafızlarda yanlış tanımadıysam Greyhawk üniformaları vardı. İçlerinden birisi öne çıkarak “Ubormetenga” adında bir katili aradıklarını söyledi. Tarvask adamla inceden alay edip, birazda postasını koyarak burda öyle biri yok, olsada burda size vericek kimse yok diyerek muhafızları geri gönderdi. Bütün Rhennee’lerle beraber Tarvask’ı neşeyle alkışladık. İşin ilginç tarafı ise muhafızlar gelirken Kira’yla sohbet ediyorduk, sonra bir anda ortadan kayboldu. İki gündürde hiç görmedim. Gene bir yerlerde çalı çırpı yakıyordur kesin.

Friday, November 28, 2008

Tarikat ve Tapınak

26 Planting 591

Nihayet birkaç gündür yaşadığımız küçük maceramız sona erdi. Bugün bizim için oldukça hareketli, şaşırtıcı ve uzun bir gün oldu. En iyisi anlatmaya en baştan başlayayım.

Sabah çayırlarda uyandıktan sonra araştırmamıza biraz daha devam ettik. Bu sefer gece bulduklarımıza ek olarak kovukların birinde bir adet Furyondy parası bulduk. Bunun önemli olabileceğini düşünerek saklamaya karar verdik ve etrafa biraz daha bakınarak çayırları terk ettik. Aklımızda ilk iş olarak Harlenn’in abisi Tomlinn’le konuşmak vardı. Artık bütün bu bilinmezlikler canımızı sıkmaya başlamıştı ve bir yerlerden bir ipucu bulmazsak ilerleyebileceğimizi sanmıyordum. Böylelikle Tomlinn’in kapısını çaldık.

Tomlinn ailesi hakkındaki gerçeği anlatınca yavaş yavaş parçalar birbirini tamamlamaya başlamıştı. Anlattığına göre Tomlinn daha gençken ve Harlinn henüz bebekken aralarında hobbit bir İuz rahibi olan bir grup Rhennee köyün dışında kendilerine bir tapınak inşa etmişler ve orada ayinler düzenlemeye başlamışlar. Köy halkının ne ilgisini nede dikkatini çeken bu garip tarikat bir gün bir ayinlerinde İuz’a kurban olarak iki hobbit seçip onları tapınakta katletmişler. Bu iki talihsiz köylü Tomlinn ve Harlinn’in ailesiymiş. Bu vahşi cinayetten sonra köylüler neler olup bittiğini farketmiş ve tapınağı basarak öfke dolu bir biçimde herşeyi yerle bir etmişler. Ancak olayların elebaşı olduğuna inandıkları İuz rahibi Milton Merrifoot bir şekilde kaçmayı başarmış. Tomlinn kendisininde şerifle beraber o baskında en ön saflarda yer aldığını buruk bir gururla anlattı. O günden beride o tapınak kullanılmıyormuş. Tabi en son kimin ne zaman gidip kontrol ettiğini bilmediğimiz için bu son bilgi biraz şüpheli. Tomlinn daha sonra köyü terk etmiş ve Greyhawk savaşlarında İuz’a karşı savaşmış. Bir hobbitten beklenenin, evinde yas tutup hayvanlarını otlatması olduğu halde hemde.

Bu konuşmalardan sonra yapılacak en iyi şeyin o eski tapınağa gitmek olduğu açıktı. Sanıyorum hepimizin içinde orada bişeyler bulmak ümidi vardı. Heyecanla gereken birkaç şeyi alarak hemen yola koyulduk. Tomlinn yıllardır köye ayak basmamış olmasına rağmen tapınağın yerini sanki henüz oradan dönmüş gibi tarif etti. Nihayetinde O’da bir Elmshire’lıydı. Ve Elmshire’lıların arasında benim için çok saygın bir yeri vardı artık.

Fazla uzun sayılmayacak bir yoldan sonra eski tapınağın kapısına geldiğimizde içeri girmek için sabırsızlanır haldeydik. Giriş çok karanlıktı. Bir ses gelip gelmediğini kontrol etmek için dikkat kesildik ama çıt çıkmıyordu. Yavaş adımlarla o karanlıkta ilerlemeye başladık. İlk dar koridorun duvarlarında hep o soğuk taş hissi vardı. Öylece birkaç metre sonra sahanlık gibi bir alana geldik. Yolumuzu kapatan koskoca bir kaya kütlesi vardı. Sağını solunu inceleyince bunun bir kapı olduğunu anlamıştık ama açmak için gereken mekanizmasını bir türlü bulamadık. Kesin büyülü falan bişeydi o. Yoksa ben onu elimle koymuş gibi bulurdum. Neyse tam kara kara nasıl açacağımızı düşünüyorken Caleb o ayı gücüne güvenerek kayayı itmeye başladı. Yani Caleb’in cüssesine bakınca kuvvetli olduğunu anlıyorsunuz ama o kocaman kayanın nasıl zangırdadığını görseniz muhtemelen korkardınız. Birkaç denemeden ve bizimde pek işe yaramayan yardımlarımızdan sonra kapı çataaaa çutaaaa sesleriyle açıldı. Calebin kollarında damarlar patlayacak gibi şişmişti. Tam bir ayı.

Açılan kapıdan içeri girmeden önce ben grubun arkasını tapınağın girişinden gelecek tehlikelere karşı koruma güdüsüyle geride kaldım. Bu yüzden üzerimize saldıran etleri çürümüş iğrenç görünümlü üç köpek mi kurt mu ne allahın belası şeylerse onlar Kira ve Caleb’le burun buruna geldiler. Ben hemen Crossbow’uma davranıp arkadan gördüğüm ilk canlıyı indirmek üzere nişan alarak beklemeye başladım. Arada da göz ucuyla bizimkileri izliyordum. Görebildiğim kadarıyla Caleb iki eliyle kaldırdığı kılıcını bir köpeğin ağzına sokuyor, Kira ise gözleri yarı açık yarı kapalı birşeyler mırıldandıktan sonra ellerinden önünde olmak istemeyeceğiniz alevler çıkartarak köpek çevirme yapıyordu. Tam o anda üçüncü köpeğin Caleb’i beklemediği bir anda mide boşluğundan ısırdığını gördüm. Caleb sendeleyerek dengesini kaybetti, sanırım zırhı delinmişti. Buna rağmen tekrar kendini toparlayarak köpeğin hakkından gelmeyi başardı. Gerçekten çok kuvvetli bir adam. Bende artık arkadan bir tehlike gelmeyeceği belli olunca yanlarına gittim ve Caleb’in yarası için küçük bir iyileştirme büyüsü yaptım. İyi gelmiş olacakki yüzüne renk geldi.

Etrafında birkaç küçük oda olan bir salondaydık. Odalar çürük etlerle doluydu. Ben kokudan tiksinerek fazla dolaşmadım. Zaten pek görülecek bir şey yoktu. Kira merakla heryeri gezdi. Burada Necromancy ayinleri düzenlendiğini söylediğinde ise hiçbirimiz şaşırmadık. Meşenin orda (muhtemelen ikinciye) öldürdüğümüz Rhennee ve bu köpekler böylelikle açıklanıyordu işte. Tapınağın daha içlerine doğru ilerlemeye başladık. Bütün bunların arkasında kimin olduğunu bulmamız lazımdı. Nihayet kapısının üzerinde korkunç olması için uğraşılmış bir kurukafa resmi olan odayı gördük. Sanki birisi “eğer burada dönen dolaplar hakkında birşeyler bulmak istiyorsanız işte bu oda tam sizin aradığınız oda” demek istemişti. Yoksa o kurukafalı resmi başka niye asmışlar bilmiyorum. Kapısını açarken temkinli davrandık ama içerisi boştu. Ve odadaki masanın çekmecelerinde istemediğimiz kadar belge bulduk. Burada yapılan ayinleri, Elmshire’la Greyhawk arasında yapılan kaçakçılık notlarını vs. vs. hepsini ele geçirmiştik. Burada dönen naneler o eski tarikatın tekrar canlandığını ispatlıyordu. Ve bizim Harlinn ile Rhennee Marran’ın da katillerinin bu uğursuz tarikat olduğu belliydi. Artık köyümüze geri dönüp hem bizimkilere hemde Rhennee’lere olayları açıklamanın zamanı gelmişti.

O odada bulduğumuz belgeleri Kira cepkeninin iç soldan üçüncü cebine hızlı hızlı yerleştirdi ve artık dönebiliriz dedi. Caleb’le beraber hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerlemeye başlamışlardı. Ben etrafta biraz daha işe yarar ıvır zıvır bulabilir miyim diye arkalarından bakına bakına geliyordum ki vıızzt diye bir ses duyulur duyulmaz yanımızdaki duvara bir ok saplandı. İçimden bir ses bu işin çok kolay olduğunu söylüyordu zaten. Keşke önden gidip daha dikkatli olmalarını öğütleseydim diye düşündüm ama iş işten geçmişti. Tam mağaranın girişinde bir cüce Elinde yayla nişan alıyordu ve hop bir ok daha yan duvara saplandı. Sanıyorum cücelerin nişan yetenekleri boylarıyla paralel gelişme gösteriyor. Yoksa o mesafeden Caleb gibi bir yarmayı ıskalamak için ahmak olmak lazım. Neyse Caleb ve Kira cücenin üzerine doğru koştular. Ben okulda öğrendiğimiz ve daha önce denemeye fırsat bulamadığım savaş ezgilerinden birisini mırıldanmaya karar verdim. Öğrendiğimize göre bu ezginin büyülü bir tarafı vardı ve savaşta arkadaşlarıma yardımcı olması gerekiyordu. Bu beceriksiz cüce karşısında bunu denemenin tam zamanıydı. Ben konsantre olup şarkıyı söylemeye başladım. Şarkı benide kendisine çekmişti sanki. Caleb’in yanıma kadar gelip “Hey Latron, hadi gidiyoruz” demesiyle yeniden kendime geldim. Arada geçen birkaç dakikayı ise hiç hatırlamıyorum. Bununla ilgili birkaç çalışma yapsam daha iyi olacak galiba. Caleb az önce bize saldıran cüceyi bayıltarak ellerinden ve kollarından bağlamış şerife götürmeye karar vermişti. Ve Kira’nın bana yolda anlattığına göre cücenin arkasından bir hobbit (ki bahse girerim o Milton’du) bizimkilere büyü yapmış ama sonuç alamayacağını anlayınca gözden kaybolmuş. Onun için yapılacak bir şey yoktu tabi.

İşte bütün bu hengamelerden sonra köye döndük ve cüceyi şerife teslim ettik. O’da Cüce’yi hapse attı ve Greyhawk’tan gelicek yetkililere teslim edene kadar orda kalacağını söyledi. Biz az sonra Rhennee’lerin kampına gidip onlarada bulduklarımızı anlatıp Sofia’dan lanetini artık kaldırmasını istiycez. Bu küçük görevimiz artık sonuna geldi. Bir daha bu kadar heyecanlı olaylarla ne zaman karşılaşırım bilmiyorum ama şimdi durup düşündüğümde bütün hayatımı bu şekilde geçirebilirmişim gibi geliyor.

Sunday, November 23, 2008

Araştırma


25 Planting 591 - Devam



Kararlaştırdığımız gibi gidip Marran'ın cesedini Şerif'in ofisinden alıp bizim zavallı katırımız Jemeal'e yükleyip Rhennee'lerin kampına geldik. Cesedi Sofia'ya götürdük. Ben Sofia'nın çadırına girmeden dışardaki çapulcu kılıklılardan bir tanesinin Jemeal'e iç geçiren göz süzmeleriyle baktığını gördüm ama birşey diyemeden Caleb kocaman diziyle beni çadırdan içeri itti. İçerde Sofia Marran'ı görünce bi fenalaştı bi ayıldı bayıldı sonrada tıslayan sesiyle bizim köye bi çeşit lanet okuduğunu, bu işi çözdüğümüz zaman laneti kaldıracağını söyledi. Bizim belediye başkanının ağzının tadının ne diye zıkkıma döndüğünüde anlamış olduk. En azından ben anladım. Diğerleri için konuşmayayım.

Sofia'nın yanından çıktığımızda ise korktuğumuz başımıza geldi. Bizim Jemeal'in yerinde yeller esiyordu. Ben içten içe o katırın bi daha bize dönmeyeceğini anlamıştım ama genede elimizden geldiğince bağırıp çağırıp geri almaya çalıştık. Tabiki çabalarımız sonuç vermedi. İçeri girerken gördüğümüz kılıksız herifi ise taa uzakta kuşağını toparlarken gördüm gibi geldi. Çok yazık oldu Jemeal'e.

Köye geri dönünce bizim köyün otlaklarında Harlinn'in hayvanlarını otlattığı yerlerde araştıma yaptık. Bir kaç ipucu bulduk sayılır ama hala parçaların hepsini biraraya getirip mantıklı bir sonuç bulmaktan oldukça uzağız. Anlayabildiğimiz kadar burda bazı eski ağaç kovuklarını depo olarak kullanmışlar. Yapabildiğimiz en yakın tahmin işin içinde bir kaçakçılık hikayesi olabileceği. Ama kim ne getirip saklamış, nereye götürmüş bilmiyorum. Ve bizim zavallı Harlinn'de hayvanlarını otlatırken burda bişeylere şahit olmuş olabilir. Ve görmemesi gereken birşeyler gördüyse de...

Yarın Harlinn'in Tomlinn abisi Furyondy'den buraya geliyor. Onunla konuşmaya karar verdik. Bu iki kardeşin ailesinin yıllar önce bir takım ayin mayin işleriyle uğraştıklarını anlatır dururlardı. Ne olup bittiğini kimsenin doğru dürüst bildiğini ise zannetmiyorum. Abisine ailesinin başına ne geldiğini sorarak öğrenmek en doğrusu olacak. Küçük bi ihtimal ama belki o günlerden kalan bir hesaplaşma olabilir.

Şu anda hala o otlaklardayız. Ben nöbetteyim, Kira ve Caleb uyuyorlar. bir pipo yaktım ve uzaktaki ırmağın üzerindeki yakamozları seyrediyorum.

Bir gece gerçekler ve düşler
Bir gece perilerle çevrili bir bahçe
Unutmak için geçireceğimiz saatler
Bir daha hiç dönmeyecekler.

Thursday, November 20, 2008

Rhennee'ler

25 Planting 591

Bu sabah bizimkiler bize mükellef bir Elmshire kahvaltısı hazırlamış. Ama Kira herzamanki gibi “bir lokma yemek kafi” düsturunu sürdürünce, bende hızlı başlayıp erken tıkanınca, Caleb tabiri caizse masayı bir bütün olarak yedi. Tabi onada hak vermemek elde değil. O cüsseyi faal tutmak için gerekli enerjiyi yitirmemesi lazım. Hele ki salladığı kılıcın boyunun nerdeyse benim kadar olduğunu düşünürsek.

Dün Şerif Sandy'den öğrendiğimize göre Rhennee’lerin Sofia adında kadın bir bilgesi varmış. Şerif, Rhennee lideri Tarvask’ta dahil olmak üzere hepsinin ona çok saygı duyduğunu özellikle belirtti. Bu kadının büyücü olmasının Kira’yı heyecanlandırdığını düşünüyorum. Kahvaltıdan kalkar kalkmaz yavaş adımlarla etrafta gezinip kendi kendine birşeyler mırıldandı.

Neyse yola çıkmadan önce elbette yine benim aklıma katırı ve yükümüzü Elmshire’da bırakmak geldi. Ufakken Rhennee’lerin kaçırdığı çocuklar ile ilgili birsürü hikaye anlatılırdı. Katiller mi değiller mi bilmiyorum ama pek tekin olmadıklarına emindim. Ve tabiki yine haklı çıktım. Az daha Caleb’in kılıcını kaşla göz arasında ütüyorlardı. Tarvask’ın gözlerinin içine bakıp “Biz buraya bıraktığımız kılıcı almadan hiçbiryere gitmiyoruz” derken boyum iki metreye yaklaşmış olmalı ki, telaşla hemen getirdiler.

Rhennee’ler ne söylenenler kadar çapulcu kılıklı ne de beklentilerimizi tümüyle boşa çıkartacak kadar derli toplu. Kendilerine has bir düzenleri var ama bu düzen çoğunlukla dağınıklıktan besleniyor. Elimden geldiği kadar bir resimlerini çizmeye çalışıcam. Hoş okuldaykende şu resim işinde pek başarılı olduğum söylenemez ama neyse.



Bilge kadın ve Tarvask ile yaptığımız görüşmeleri burada uzun uzun anlatmıycam ama netice itibariyle en azından ben kendi adıma diyebilirimki bizim Harlinn’in öldürülmesiyle Rhennee’lerin bir alakası yok. Ve onlar için üzücü bir haber Meşe ağacının orda bize saldıran undeadin Marran olduğunu yüzüğü görünce teyit ettiler. Şimdi Marran’ın cesedini alıp Rhennee’lere geri getirmemiz gerekecek.

Caleb bi ara Marran’ın üzerinden çıkan altınlar için ölünün ailesini bulursak geri vermemiz lazım falan bişeyler gevelemişti. Üzerinden ne kadar altın çıktı diye sorduğum soruyada 25 diye cevap verdi ama yalan söylediği kulaklarından paçalarına kadar belli oluyordu. O kesede en azından 50 altın olduğuna en iyi pipo tütünüm üzerine bahse varım. Ama işin en trajikomik kısmı altınları sahibine verme işini kabul eden Kira’nın kesede hala 25 altın olduğunı zannediyor olması. Bazen Kira mı daha saf yoksa Caleb mi karar veremiyorum.

Evim




24 Planting 591 -Devam-

Bizim köyün şarabını ve tütünü özlemişim. Ayıptır söylemesi buraların en güzel şarabı da bizim bağlarımızdan çıkar. 10 sene önce şu anda baktığım pencereden dışarı bakan birisi göz alabildiğine yeşil bir alanda arı gibi çalışan hobbitler, küfe küfe taşınan üzümler ve mis gibi kokulara şahit olurdu. Ama bizim babalık bütün bu yıllarda organizasyonu tek başına kaldıramadı galiba. Yaşıda epey oldu. Bazen Bard okuluna hiç gitmesem, onun üzerine bütün bu sorumluluğu tek başına yıkmasam daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum. Buraların beyefendisi Latron Amarran olurdum belkide. Milnia’nın da Greyhawk’a gidip oralarda üç kuruş para kazanmak için köyünü terk etmesine gerek kalmazdı. Onunla evlenir uzun, mutlu bir yaşam sürerdim. Öyle olur muydu gerçekten? Bu soru artık cevabını hiç veremeyeceğim bir soru. Oysa şu anda cevap bekleyen ve bu sefer cevaplarını verebileceğimiz başka sorular var.

Artık kendimi iyice ilginçleşen bir olayın parçası gibi hissetmeye başladım. Meşenin oradaki küçük kargaşadan bahsediyorum. Elmshire'ın Belediye başkanı Corey Thistlelea'na gittiğimizde adamın iyice uçmuş olduğunu farkettik. Biz ona zombilerden ölülerden bahsediyoruz adam kalkmış yok ağzımın tadı bozuldu yok yediklerimden lezzet alamıyorum birsürü şey anlatıyor. Zaten yemek yemekten Tütünpostacıları’nın domuzları kadar şişmiş hala gırtlak peşinde. Tabi bunun dışında Harlinn’in öldürülmesindeki bütün suçu Rhennee’lerde bulmaktan da geri kalmıyor. Boş boş laflarından sonra Başkandan elle tutulur bir yardım alamayacağımızı anlayınca bizde çareyi şerifin yanına gitmekte bulduk. Bu arada yanımızda muhtemelen iki kere ölmüş bir ceset ve o cesede ait bir kelleyle beraber dolaştığımızıda hatırlatayım.

Şerif Sandy Waterleaf nihayet bizimle mantıklı birşeyler paylaştı. Cesedin kaçırılan Rhennee’ye ait olduğunu söyledi, Rhennee’lerin köye yarım saat mesafede kamp yaptığını anlattı. Oraya gidip gitmemeyi, gidersek kiminle nasıl konuşmamız gerektiğini tartıştık. Sonunda yarın uyandıktan sonra Rhennee’lerin kampına yanımızda ceset olmadan gitmeyi kararlaştırdık. Şerif'in sağduyulu bir adam olması işimize kolaylaştırabilir.

Ve işte bu upuzun günün sonunda evimde, odamda, penceremden dışarı gecenin karanlığına bakıyorum. Bugün yaşadıklarımız, yarın olacaklar falan bunların hepsi küçük bir hiakyenin parçası gibi geliyor. Anlatılacak ve birgün unutulacak olan bir hikaye sadece. Ben ise akılda kalmayı istiyorum. Babamı burada bütün işlerle tek başına bırakıp gitmemde bir yerlerde yaşamış ve yitip gitmiş olan bir buçukluk olarak kalmak istemememden dolayı değil miydi zaten?

Wednesday, November 19, 2008

Gidişim suskun olmuştu ama...

24 Planting 591

Günlük bu sefer yazdıklarıma inanamayacaksın. Nereden başlayayacağımı bilemiyorum. Bir günde o kadar çok şey oldu ki toparlayamayabilirim. Neyse başlıyorum sıkı dur.
Bu öğleden sonra tam bizim köyün girişindeki büyük meşe ağacına yaklaşmıştık ki hayretler içerisinde ağacın dalında birisinin asılı sallandığını farkettik. Baya bildiğin ölü insandan söz ediyorum. Ben en önden korkusuzca koşarak gittim. Niyetim kim olduğunu anlayabilmekti. Yapabileceğim bişey var mı yok mu ona bakıcaktım. Caleb ve Kira endişeli bakışlarla (aslında bildiğin tırsmışlardı) mesafeli mesafeli ilerlerken ben yıldırım gibi ağaca koştum. Tam sallanan ölüye yaklaşmıştım ki bir anda ayağım yerde bulunan lanet olası bir taşa takıldı. Düşerken kafamıda çarptım ve ne göreyim! Okulda aynı derslerde anlattıkları gibi iki tane zombi ağacın yanından bana doğru yürüyorlar. Caleb ve Kira benim düştüğümü görünce benim yanıma geldiler. Bayılmadan hemen onlara arkalarına bakmalarını söyleyebildim. Yoksa sersemlerin başına ne gelirdi kimbilir. Bu ikisiyle ne yapıcam bilmiyorum. Her seferinde mutlaka arkalarını kollayacak birisi olmalı.
Neyse çarpmanın şiddeti fazla uzun sürmemiş olacak ki, bi kaç dakika sonra kendime geldim. Çocukları zamanında uyarmam sayesinde zombilerin hakkından gelmişler. Hatta bir de zombi gibi ama daha çok undeade benzeyen kafası gövdesinden ayrılmış bir ceset daha vardı. Kira’nın elindeki hançere ve gözlerindeki deliliğe baktığımda kafayı onun kesmiş olduğunu anladım. Caleb’inde üstü başı kan içindeydi ama çok şükür kendi kanı değildi. Gözlerimi açar açmaz Caleb’in başsız cesedin cebinden para kesesine benzeyen bişey aldığı gördüm. O kese eğer altın doluysa ve onu kendisine saklamayı düşünüyorsa daha Latron’u tanımamış demektir. Birde kendi kılıcına çok benzeyen ama daha göz alıcı, daha güzel bir kılıç daha vardı, onuda mutlu mutlu beline astı.
Bu kadar karmaşa arasında anlatmayı unuttuğum şey ise şu. Caleb bizim köye neden geldiğini anlattı. Söylediğine göre bizim Harling öldürülmüş. Bununla beraber göçebe Rhennee’lerden de Marran Sarraith isimli birisi kayıpmış. Bizim zaten oldum olası bu Rhennee’lerle aramız iyi değildir. Şimdi de muhtemelen bizim bütün köylü Harling’i Rhennee’lerin öldürdüğünü Rhennee’lerde Marran’ı bizimkilerin kaçırdığını düşünüyordur.
Tabi Caleb’in para kesesini indirdiği cesedin cebinden çıkan ve üzerinde “S” işareti olan yüzükten de bahsetmedim. Ben yüzüğü görür görmez bunun Marran Sarraith’in işareti olduğunu anladım. Yapmamız gereken tek şey vardı, o cesedi katırımıza yükleyip kelleyi de yanımıza alıp bizim belediye başkanını ziyarete gitmek. Bizde öyle yaptık.

İlk Yolculuk

23 Planting 591

Dün gece inanılmaz eğlendik. Bütün gün yol yürümemize rağmen daha kendime yeni geliyorum sanırım. İnsanlara resmen oturdukları sandalyeleri yedirdim. Bazen bu kadar iyi şarkı söylediğimde herşeyi yapabilecekmişim gibi hissediyorum. Güzel Milnia için güzel bir veda oldu. Ama dün gece ile ilgili asıl önemli olay başka. Artık üç kişi ile yolculuk yapıyoruz. Bizim okulda yakın döğüş derslerine asistan olarak gelen Caleb isimli çamyarması bir savaşçı vardı. Dün gece Blue Dragon Inn’e geldi, hemen tanıdık. Soframıza oturdu sohbet ettik. Bir görev için bizim köye seyahat etmesi gerektiğini söyleyince Kira’yla kahkahayı patlattık. Biraz bozuldu galiba ama sabah erkenden bizim de oraya yola çıkacağımızı anlatınca sakinleşti. Bizim köyde ne işi olduğunu sordum, yolda anlatırım dedi. Bir avuç buçukluğun arasına taa Greyhawk’tan koskoca savaçıyı niye gönderirler bilmem. Bana söyleselerdi ben hallederdim.
Neyse işte o kadar içkiden sonra nihayet sabah kalkabildik ve yolumuzun ortasında olan bu kötünün iyisi konaklama yerine geldik. Ben biraz şarkı türkü çalarım diye indirim yaptırdım. Cebimdeki parayı idareli kullanmam lazım. Artık bizimkilerden para alıcak yüzüm kalmadı. Yarın sabah yola kaldığımız yerden devam edicez. Giderkende Caleb’in ağzını arıycam. Kesin sakladığı bişeyler var. Bizim köyde herhangi bir şey ne kadar garip olabilir ki? Ortalık en fazla bizim başkan kabız olduğunda gerginleşir.

GreyHawk'a Veda



22 Planting 591
Starday

Nihayet yarın Greyhawk'tan ayrılıyorum. 6 senedir altını üstüne getirdiğim bu şehir zaten artık canımı sıkmaya başlamıştı. Greyhawk her tarafta kuralları olan, barındırdığı karmaşa potansiyeline yakışmayan bir düzen içerisinde yönetilmeye çalışılan, yaptıkları işi fazlaca önemseyen şehir koruyucuları falan olan biryer. Zaten okulda aldığımız derslerde dünyada ne kadar çok gezilmesi gereken yer olduğunuda gördükten sonra burası benim için artık tatlı bir hatıra olarak kalmaya hazır.
Hayatımın geri kalanında ne yapmam gerektiğini tam olarak kestiremesemde ilk iş olarak bizim yaşlıların yanına gitmeye karar verdim. Benim için katlandıkları onca zahmetin ardından onların yanına gidip tekrar veda etmek hoş olmayacak sanırım ama bizim köy benim gibi bir buçukluğa göre değil. Hem zaten onlara olan borcumu artık iyice azalmış olan bağlarımızda üzümleri çiğneyerek ödememe pek olanak yok. Neyse bunları zaman gösterir.
Artık güneşli bir sabahta kahvaltı sonrası yaktığım bir piponun üflediğim ilk dumanıyla beraber Elmshire'a doğru yola çıkmak, çoktan hakettiğim bir başlangıç. Ve bu başlangıç için yanıma çoktan bir arkadaş buldum bile. Eve, birkaç ay önce bizim okulda tanıştığımız Kira isimli bir büyücüyle gidiyoruz. Daha tanışalı bir iki ay olmasına rağmen neredeyse hergünümüz birlikte geçiyor. Diğer insanlar gibi değil. Hem çok mesafeli hem çok yakın. Hakkında ne kadar şey bilirseniz bilin sanki henüz hiçbirşey bilmiyormuş gibi hissediyorsunuz. Ama bununla beraber yanındayken alışık olmadığım bir güven duygusu duyuyorum. Halbuki bir insan olmasına rağmen oldukça ufak tefek. Beyaz dağınık saçları ve cüppesinin altından gözüktüğünde insanı ürküten ipince kemikli kollarıyla tam bir büyücü. Birde elbette parmağından hiç çıkarmadığı o ışıltılı yüzüğü var. O yüzüğe bakarken ara sıra dalıp gidiyormuş gibi geliyor. Bende yakından bakmak isterdim doğrusu. Hikmeti ne acaba? Neyse, bir akşam güzel bir şarkı ve birkaç köpüklü biradan sonra öğrenirim nasılsa. Bira demişken, bu akşam Blue Dragon İnn‘e gidiyoruz. Milnia’yı son defa görmeden gitmem düşünülemezdi zaten. Birkaç sene önce herşeyi elime yüzüme bulaştırmasaydım….

Saçlarında çiçeklerle geçiyorken sen
Kalabalık bile olsa parıldıyorken
Kalbime dinletemediğim bu sözler yüzünden
Eve dönen artık sadece ruhsuz bir beden.


Merhaba!

Merhaba Günlük
Ben Latron Amarran. Buçukluk bir bard olmamın yanı sıra senin sahibin, arkadaşın ve anlatıcınım. Burada yazdıklarım seninle aramda bir sır olarak kalacak. Bu anlaşmayı böylece imzalıyor ve bozulmamak üzere mühürlüyorum.